Sabahattin Alinin əsgərlikdə olarkən qələmə aldığı roman — Xəz paltolu Madonna

117639196_675075233085806_4549311602524619377_n

Sabahattin Alinin əsgərlikdə olarkən qələmə aldığı “Kürk mantolu Madonna” romanı ilk dəfə 1940-ci ildə “Hakikat” qəzetində dərc edilib. Kitab halında ilk nəşri isə 1943-cü ilə təsadüf edir. Sabahattin Alinin “Kürk mantolu Madonna” əsərini Andrea Del Sartonun “Madonna delle Arpie” tablosundan ilhamlanaraq qələmə aldığı deyilir. Bununla belə əsərdəki xəz dərili Madonna, yəni Maria Puderin real həyatda prototipinin olub-olmadığı (varsa: kimliyi) da müzakirə mövzusudur.

Sabahattin Alinin “Kürk mantolu Madonna” romanını üç günə oxuyub bitirdim. Kitabın 3-də 1 hissəsini iki, yerdə qalan 3-də 2-sini isə bir günə oxudum. Kitab üzərində bu qədər dayanmağım və bu kiçik yazını hazırlamağımın səbəbi, müəllifin qəhrəmanların dilindən oxuculara çatdırdığı fikirləridir. Çox zaman düşündüyüm, dediyim və demədiyim, bəzən də yazdığım fikirləri, söz-söz, cümlə-cümlə bu kitabda oxudum.  Xüsusilə Maria Puderin qadın və kişilər, sevgi və dostluqla bağlı düşüncələri tam da olmasa, müəyyən dəqiqliklə mənim fikirlərimlə üst-üstə düşür.

Bu mənada “altını çizdiğim satırları” əlavə edirəm:

Raif efendi: (…)Hislerimin yanılmasına imkân var mıydı? Bu hisler şimdiye kadar asla hatâ etmemişlerdi. Bir insan hakkında ilk hükmü onlar verir, sonra aklım, tecrübelerim bunu, ekseriya yanlış olarak, tadil ederdi. Fakat her defasında haklı çıkan gene bu ilk his oluyor­ du. Hakkında müspet hüküm verdiğim bir insanın za­manla bana fena göründüğü veya bunun aksi olduğu olur­ du. O zaman kendi kendime: «Demek ilk intibam beni al­datmış!» derdim, lâkin bir müddet sonra, — bu müddet kısa veya pek uzun olabilirdi — ilk hükmümün doğrulu­ğunu, bunun üzerinde mantığın, haricî tesirlerin, veya aldatıcı vakaların yaptığı değişmelerin yalancı ve geçi­ci olduğunu kabule mecbur kalırdım.

Maria Puder:Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum, biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için. Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil. Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki… Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek. Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey vermeyiz. Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. Anlıyor musunuz?

Maria Puder: İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz”.

Maria Puder: Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu… Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor? Bunun üzerine çok düşündüm. Acaba bende bir anormal taraf var mı, dedim. Hayır, bilakis, belki diğer kadınlardan daha normal olduğum üçün böyle düşünüyorum”.

Maria Puder: (…)O zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım; dünyada hiçbir mahluk bu kadar kolay muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahluk bir erkek kadar hodbin, kendini beğenmiş ve nahvetli*, fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir. Bir kere bunları fark ettikten sonra erkekleri sahiden sevebilmem imkânsızdı”.

Maria Puder: (…)Hiçbir kadın, ihtiras halindeki bir erkek kadar âciz ve gülünç olamaz. Buna rağmen bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır… Aman yarabbi, insan deli olur…”

Maria Puder: (…)Bunun için muhakkak bir erkeği sevmem lazım geldiğine inanıyorum… Ama sahiden bir erkek… Hiçbir kuvvete dayanmadan beni sürükleyebilecek bir erkek… Benden bir şey istemeden, bana hâkim olmadan, beni tezlil etmeden beni sevecek ve yanımda yürüyecek bir erkek… Yani hakikaten kuvvetli, tam bir erkek… Şimdi anlıyor musunuz, sizi neden sevmiyorum.

…və diqqətimi çəkəb digər cümlələr:

  • «Yılbaşının da sence hiçbir hususiyeti yok mudur?» diye sordum.
  • «Hayır» — dedi, «senenin diğer günlerinden ne farkı var sanki? Tabiat onu herhangi bir şekilde ayırmış mı? Ömrümüzden bir sene geçtiğini göstermesi bile o kadar mühim değil; çünkü ömrümüzü senelere ayırmak da insanların uydurması… İnsan ömrü doğumdan ölüme kadar uzanan tek bir yoldan ibarettir ve bunun üzerinde yapılan her türlü taksimat sunidir…

Seni seviyorum… Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum…

Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı. Çünkü o, benim için bütün insanlığın timsaliydi.

Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?

Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu hep böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?..

Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğumuzu zannetmektir ki, ne kendimiz bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.

İçimde boş kalan bir taraf bulunduğunu ve bu boşluğun bana adeta maddi bir eziklik verdiğini hissediyordum. Bir şey noksandı,fakat bu neydi? Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne okduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geridd, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm.

Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.

Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde, «Bu öyle olmayabilirdi!» düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır.

Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen bana, dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin.

p.s. Roman “Yeşil çam” filmlərinə xas “klişe” sonluqla bitdi.

Оставьте комментарий